Medeniyetlerin yaşadığı toplumsal ve kültürel değişimler; Heideggerin varlığın evi olarak tanımladığı dilden elbette bağımsız gelişmemiştir. Tanzimata kadar gerek ilim gerekse edebiyat dili olarak Arapça ve Farsçayı baz alan Osmanlı, yenileşme hareketleriyle beraber yönünü Batıya çevirmiş, felsefe ve sanat anlamında da yeni bir terminolojiye sahip olmuştur. Bilhassa Türkçeden kopmadan modern felsefedeki terimlerin karşılığını bulmaya çalışan Osmanlı aydınları, bu sorunu çözüme kavuşturmak için Istılahat-ı İlmiyye Encümenini kurmuşlardır. Peki, bu encümen ilim dünyasına ne tür katkılar sağlamıştır?